Nehna ekibinden Emre Can Dağlıoğlu, Dr. Hakan Mertcan ile röportaj yaptı.
Röportaj, Nehna’nın platformu nehna.org sitesinden alınmıştır.
“Türkiye’de Alevilik değil Alevilikler var”
Türkiye’de Aleviler bahsi açıldığında daha çok yekpare bir toplum olarak düşünülüyor. Fakat her toplum gibi sınıfsal farklılıklar var aralarında. Türkiye’deki toplumu düşününce etnik farklılıklar var. Dolayısıyla, söze Aleviler diye başlamak doğru mu sizce?
Ben hep Alevilikler kavramını kullanırım, zira tek bir Alevilik yok. Aleviler içerisinde de meseleye böyle yaklaşanlar var ama Alevilik ve Alevi toplumu homojen değil. Dediğiniz gibi, Aleviliği bir kalıba dökmek isteyen daha ideolojik çalışmalarda ve akademik çalışmalarda da bu görülebiliyor. Oysa Alevilerin bir mottosu vardır: “Yol bir sürek bin.” Elbette ki, temel bazı esaslar var ama birbirinden önemli farklılıklar da var. Arap Aleviler böyle farklılık içeren bir topluluk. Bir de kimliği özcü biçimde düşünmemek gerekir. Kimlikler zamana göre değişiyor, yeni unsurlar ekleniyor, başka unsurlar kayboluyor. Dolayısıyla elbette ki 300 yıl önceki Alevilikle bugünkü aynı değil. Bu farklılaşmaları, sınıfsal farklılaşmaları da hesaba katarak mutlaka birlikte ele almak gerekiyor. Dersim’de Zazaca konuşan Aleviler var. Kürtçe konuşanlar var. Orta Anadolu’da Türkçe konuşanlar var. Adana-Mersin-Antakya hattında Arapça konuşanlar var. Bu farklılıkları hep göz önünde bulundurmak gerekiyor. O yüzden homojen bir kitle değil bahsettiğimiz. Ama Cumhuriyet tarihinde farklı Aleviliklerin bir şekilde hep devletin baskısıyla karşılaştığını da eklememiz gerekiyor.
Tam bıraktığınız yerden devam edeyim. Cumhuriyet tarihinde Aleviliklerden bahsedildiğinde maalesef ki şiddetten de bahsetmek gerekiyor. Başlangıç noktası olarak da Dersim’i alabiliriz sanırım. Dersim Harekatı’nın yapıldığı sırada Antakya ve İskenderun çevresinin de Türkiye’ye iltihakı meselesinin en kritik dönemi. Dersim’de olanlardan Arap Aleviler nasıl etkileniyorlar?
1938’den başlayarak Dersimliler tarafından tertele olarak adlandırılan büyük bir kırım söz konusu. Dersim’e bu kadar şiddetli bir operasyon yapılmasında, Dersim bölgesindeki Alevilerin kendilerine ait hukukuna devletin sirayet etme çabasının ve oraya yerleşme çabasının etki ettiğini görüyoruz. Zaten Cumhuriyet belirli kodları Osmanlı’dan devralmış bir yapı. Şimdi Dersim’e ayrıntılı bakmaya gerek yok. Ne kadar korkunç şeyler yaşandığını artık neredeyse herkes biliyor. Bunun Türkiye’nin güneyinde yer alan özellikle Arap Alevi toplumuna nasıl etkileri olduğu sorusu büyük bir soru. Bu soruya ciddi bir arşiv çalışmasıyla cevaplar vermek daha doğru. Ama benim daha önceki araştırmalarımdan, gözlemlerimden ve bazı mülakatlardan edindiğim izlenimler var. O dönem İskenderun Sancağı olarak adlandırılan bölge, masa başında uydurulmuş Hatay ismiyle Türkiye topraklarına katılmak isteniyor. Uluslararası konjonktürün de getirdiği imkanlarla devletin örgütlü gücü birleştiğinde bir başarı elde ediliyor. Bu iki meselenin aynı döneme denk gelmesi tesadüf değil elbette.
“Dersim’de de Antakya da Alevilere karşı havuç ve sopa kullanıldı”
Ne açıdan tesadüf değil?
Her iki olayda da “Genç Cumhuriyet”in kendi nizamını düzenini yerleştirme çabasını görüyoruz. Türk-Sünni kimliğe dayalı ve de devletin yorumladığı bir laiklik anlayışı üzerinden şekillenen bir yapıdan bahsediyoruz. Dolayısıyla Dersim’de yapılmak istenenin bir başka yansıması Antakya bölgesinde yaşananlar. Yani, orada da Dersim’de yapılanın bir başka versiyonu yapılmıştır ve amaç “yeni devlet”in nizamını oturtmaktır. Dersim’de olduğu gibi, Antakya bölgesinde de bunun için havuç da kullanıldı, sopa da kullanıldı. Bazı önemli Arap Alevi ileri gelenleri ve dini liderleriyle devlet iyi ilişkiler geliştirmiş ve bunlar aracılığıyla da örgütsüz ve yoksul emekçi Alevi topluluğu devletin pençesi altında sistemin getirdiği politikalara biat etmeye zorlanmıştır. Entelektüeller ve buna karşı direnen devrimci diyebileceğimiz topluluklar var. Örneğin, Zeki Arsuzi Arap Alevi bir ulusalcı lider olarak bu dönemde ortaya çıkmış ve onun çevresindeki bazı entelektüellerin bu çabaları şiddetle karşılanmıştır. İlhaktan sonra da önemli sayıda Alevi Suriye’ye göç etmiştir. Adana ve civarında o tarihlerde kurulan Hars Komiteleri’nin çabalarıyla, Alevi toplumu kendi kimliğinden uzaklaştırmaya çalışılmış, sistemli bir şekilde Türkleştirilmeyle karşı karşıya bırakmıştır. Burada da birçok baskı pratiği örneği görülüyor.
Nasıl baskı politikalarından bahsediyoruz?
Bir çalışmamda Atıf Yılmaz’ın anılarından bir örnek vermiştim. İnsanların Arapça konuştuğu için yolda dövüldüğüne şahitlik ediyor Yılmaz. Arap Aleviler, o dönemde Eti Türkü olarak tanımlanıyor devlet tarafından. Hatay’ın Türklerin atası olan Etilerin anayurdu olduğu tezinin bir parçası da burada yaşayan Arap Alevilerin zamanla Araplaştığı argümanı. Dolayısıyla, Alevilere “Eti Türküsünüz siz” deniyor. Atıf Yılmaz’ın anılarında bahsettiği Arapça konuştuğu için dayak yiyen insanlar da çok az Türkçe bildikleri için, dayak yedikçe “Etim Türküm, Etim Türküm” diye bağırıyorlar. Yani aslında “Eti Türküyüm” demek istiyor. Bu beni hep yaralamış bir örnektir. Dersim’de insanlar korkunç biçimde kırımdan geçirilirken, bu tarafta ise bir kültürel kırım görülüyor, elbette fiziki şiddetle birlikte.
“Alevilere solcular diye saldırıldı demek yeterli değil”
Buradan 1960’lara geldiğimizde daha farklı türde şiddet olaylarıyla karşılaşıyoruz. 60’larda Alevileri hedef alan şiddet nasıl farklılaşıyor?
60’larda karşımıza çıkan ilk büyük şiddet olayını 1966’da Muğla Ortaca’da görüyoruz. Orada “tahtacı” denilen Türkmen Alevilere karşı saldırılar var. Etnik olarak bu insanlar Türk ama dinsel kimlikleri Kızılbaş olduğu için şiddetten kurtulamıyorlar. Burada Kürtlerde veya Araplarda olduğu gibi etnik farklılık değil şiddetin boyutunu katmerleyen. Burada sınıfsal bir şey de var. Tahtacı Aleviler, belirli topraklara sahip, üretim ilişkileri içinde belirli bir zenginleşme yaşamışlar. Saldırıların gerisinde bu gibi etmenler yer alıyor. Akıntıya Karşı kitabımda anlatıyorum, sınıfsal nedenlerin yanı sıra Alevilere yönelik nefret önemli bir motivasyon sağlıyor saldırganlara. Fakat devlet, daha sonra da sıkça göreceğimiz gibi, görmezden geliyor, ciddiye almıyor ve üzerini örtüyor. 1967’de bu sefer Maraş Elbistan’da Alevilere yönelik bir saldırı görüyoruz. Tabii 1966’da, İskenderun’da, Aşık Mahzuni Şerif’in Alevilerin sazını, sözünü belki de ilk kez bu kadar yüksek sesle o dönemde dile getirmesinin ardından, 67’de Mahzuni, Osman Dağlı ve Kul Ahmet’le birlikte bir konser için Elbistan’a gidiyor. Burada faşist ve dinci gruplar tarafından olaylar çıkarılıyor ve sonrasında kanlı saldırılar devam ediyor. Yine ciddi bir cezasızlıkla görüyoruz bu olaylarda da. Sonrasında bu cezasızlık daha da yoğunlaşacak, biz bunu çok iyi tanıyoruz aslında. Devlet içerisindeki belirli gruplar, 1960’lardan itibaren Soğuk Savaş’ın etkisiyle farklı güç odaklarını güçlendirmeye ve kullanmaya başlıyorlar. 60’ların sonlarında ortaya çıkan komando kamplarında eğitim görenler bu tür saldırılarda ön plana çıkıyorlar. Sola karşı yükseltilen faşist saldırılar, elbette ki sol hareket içerisinde kendisine daha rahat yer bulan Alevileri hedef almaya başlıyor. Tabii, solun da Aleviler içinde daha rahat yer bulduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Bunun ilk ciddi örneğini 1971’de Kırıkhan’da görüyoruz.
Kırıkhan’a döneceğim ama önce bu saldırıları kavramsallaştırmaya dair bir soru sormak istiyorum. Bir tarafta, Ortaca’daki gibi sınıfsal farklılıktan doğan katliamlar var. Diğer tarafta ise 60’larda yükselen sol kimlikle Alevileri özdeşleştiren ve şiddeti “Alevilerin komünist olması ve bu yüzden dinsiz olması”yla meşrulaştıran katliamlar var. Böyle bir tablodan bahsedebilir miyiz?
Elbette ki, fakat şunu hemen ekleyeyim: Sınıfsal veya ideolojik pozisyon tek başına açıklayıcı değil. Zira Cumhuriyet öncesine baktığımızda, bu topraklarda Ermenilere yönelik düşmanlık gibi Alevilere karşı düşmanlığın da önemli bir geçmişi olduğunu görüyoruz. Bu kodların etkisini yadsıyamayız. Maraş’taki Aleviler solcu olduğu için veya Muğla’da Aleviler zenginleştiği için saldırıldı gibi açıklamaları hiç tatminkar ve yeterli bulmuyorum. Etnik ve dinsel düşmanlığın sağladığı zeminden bahsetmemiz gerekiyor öncelikle. Kırıkhan’a baktığımızda da, zengin Aleviler görmüyoruz. Solcu olsalar da ilk önce Arap veya Kürt olan emekçi Aleviler görüyorum. Kimi zaman büyük güzellemeler yapılan Anadolu topraklarındaki Alevi düşmanlığını açıklamak için, Alevi kimliğinin önüne illaki dar anlamda ideolojik bir tanımlama koymaya gerek yok. Siyasal İslam’ın zihinsel kodlarına, Osmanlı dönemi politikalarına, Alevi katliamlarına bakılsın, hatta Osmanlı öncesine, egemen İslam’ın köklerine bakılsın, ne demek istediğim daha net anlaşılır.
“Alevilere karşı faşist provokasyonun ilk örneği 71’de Kırıkhan’da yaşandı”
Kırıkhan’dan devam edelim öyleyse. 1970’lerin başında Kırıkhan nasıl bir yer demografik olarak?
Kırıkhan 1915’ten, 1939’dan önce Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı ve sonra “buharlaştırıldıkları” bir coğrafya. 1970’lerde ise birkaç Ermeni aile var yalnızca. Az sayıda Arap ve daha çok sayıda Kürt Alevinin olduğu ve bunların daha çok emekçi sınıftan olduğu bir yer Kırıkhan. Kürt Alevilerin Kırıkhan’a göçü de Cumhuriyet döneminde yaşanıyor. Ve elbette ki Türk nüfusun daha çok olduğu bir yer.
5 Mart 1971’de Kırıkhan’da neler yaşanıyor?
Olayların merkezindeki Ali Göçmen’den aktararak söyleyeyim. Göçmen, Kürt Alevi ve önce CHP sonra Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) yerel teşkilatında önemli görevler almış bir hukukçu ve gazeteci. Göçmen, Kırıkhan saldırılarının, bu kanlı tezgahın CIA, MİT ve MHP’nin birlikte ördüğü ilk örnek olduğunu söylüyor. Daha sonra çok sık göreceğimiz gibi önce camiye yönelik bir saldırı olduğu söylentisi çıkıyor, ses bombası atılıyor. Ardından “komünistler, Kızılbaşlar, namaz kılan Müslümanlara saldırıyorlar, camileri bombalıyorlar” diye konuşuluyor. Bunun üzerine cuma günü miting yapılacağı duyuruluyor. Bu mitingde toplanan kitle, önce Göçmen’in sahibi olduğu sol eğilimli Dağyeli gazetesine ve matbaasına saldırıyor ve bu binayı insanlar içerideyken ateşe veriyorlar. Daha sonra da çarşıdaki Alevilerin dükkanlarına. Devlet daha önce yapılan tüm uyarılara rağmen askeriyle, polisiyle izliyor olan biteni. Göçmen, kendilerini kurtarmak üzere, Harbiye’den, Antakya’dan, Bedirge’den (Serinyol) 40 Arap Alevinin geldiğini ifade eder. Kurtarmaya gelen gruptan dönemin Serinyol Belediye Başkanı’nın kardeşi Kasıp İnal burada ağır yara alır ve sonra ölür. Resmi rakamlara göre ölü sayısı üç. Çok sayıda insan da yaralanıyor. Bu olaydan sonra, Kürt Alevilerin önemli bir kesimi ilçeyi terk etmek zorunda kalıyor.
Alevileri solculukla özdeşleştirme elbette ki düşmanlaştırma söyleminin bir parçası, fakat sizin de biraz önce belirttiğiniz gibi, bugüne kadar gelen bir gerçekliği de ifade ediyor. 60’lardan itibaren Alevi gençliği daha çok sol hareketler içinde örgütleniyor diyebiliriz. Bu durum bu dönemde Arap Aleviler için de geçerli mi?
Evet, çok kestirme bir şekilde böyleydi diyebiliriz. İlhak sonrasında Antakya coğrafyasındaki ciddi asimilasyon politikaları bir kimlik erozyonuna yol açıyor. Entelektüellerin önemli kısmı sınırdışında kalıyorlar, geriye kalan Alevilerin büyük kısmı emekçi, yüksek tahsili olmayan ve yoksul insanlar. Bu durum 1960’larda değişiyor. Üniversite okuyanların sayısı hızla artıyor. Etnik, dinsel ve sınıfsal baskı altında bu kesimin sol ideolojiye teveccüh etmesinden daha doğal bir şey yok. Sol, o dönemde de geniş emekçi kitleler ve egemen kimliğin dışındaki insanlar için yegane buluşma alanı. Doktora tezim için mülakat yaptığım Arap Aleviler, bu ezilmişliğin kendilerini 68 hareketi içinde ifade etmeye ittiğini çokça dile getiriyorlar.
“12 Eylül’den önce Hatay’da iki kez Alevi katliamı planı denendi”
Bunu da aklımızda tutarak devam edelim. 12 Eylül Darbesi’ne yaklaştıkça solculara yönelik baskılar ve Alevilere yönelik katliamların sıklaştığını görüyoruz. Malatya’da, Maraş’ta, Çorum’da yaşananlar Arap Alevilere nasıl yansıyor?
1978’de önce Malatya ve sonra Maraş’ta yaşananlar, özellikle MHP lideri Alparslan Türkeş’in “verimli hilal stratejisi”nin bir parçası. Türkeş, en güney ucu Maraş olan hilal benzeri bir coğrafyanın, Türkçü-İslamcı bir hareket için çok verimli olduğunu düşünüyor ama bunun önündeki en önemli engel burada yaşayan solcu Aleviler. Dolayısıyla, buraların “temizlenmesi” gerekiyor. Korkunç katliamlarla burası temizlenirken, Arap Alevilere bu kadar yakın bir coğrafyada bunlar olurken, Hatay’da da hiçbir şey olmuyor değil. Bir dönem Hatay Milletvekili olan Murat Sökmenoğlu da bunu doğruluyor. “Maraş’ta olanlar aslında Hatay için planlanmıştı” diyor.
Böyle bir girişim var mı?
Ülkücü hareketin o dönem önemli isimlerinden Ali Yurtaslan’ın itiraflarında geçer. Orada Alevilere karşı katliamların kendi hareketleri açısından önemli olduğundan bahsediyor. Mezhep farklılıklarının yoğun olduğu yerlerde bu faaliyetleri yürüttüklerini anlatıyor. Kendisi de bunun aktörlerinden biri. Bu faaliyetleri yürüttükleri yerlerden birinin Hatay olduğunu görüyoruz. Nitekim iki tane önemli deneme yapıldığını biliyoruz. Biri, aynı dönemde Samandağ bölgesinde. Faşist gruplar bölgedeki Sünni köyleri geziyor ve onları kışkırtıyorlar “Aleviler örgütleniyor size saldıracaklar” diye. Fakat dönemin siyasal aktörlerinin bana aktardıklarına göre, bölgede etkin olan sol gruplar bu durumu fark ediyor ve sola eğilimli bölge komutanına da durumu aktarıyorlar. Bunun üzerine sol gruplar bölgedeki Sünnilerle toplantı organize ediyorlar ve bunun önüne geçiyorlar. İhsan Kutlu’nun Parti Okulu Parti Naşkola adlı romanında olayların nasıl geliştiğini okuyabilirsiniz. Kutlu’nun babası o dönem muhtar olduğu için yakından biliyor neler olduğunu.
Diğer deneme nerede?
O da yine aynı dönemde Antakya’da yaşanıyor. Antakya’da Alevilerin ve Sünnilerin yaşadıkları mahalleler ayrışmıştır. Maraş gibi bir arada yaşadıkları bir yer değil. Arap Aleviler daha homojen bir şekilde bir arada yaşıyorlar Armutlu’da, Harbiye’de. Solun örgütlü gücü de yüksek. Çeşitli saldırılar, çatışmalar yaşanıyor yine de. Ayrıca, bu dönem Antakya Emniyet Genel Müdürü Cevat Yurdakul, demokrat kimliğiyle bilinen bir isim. Onun gibilerin çabalarıyla da tansiyon yükselmiyor şehirde. Ama Yurdakul, 79’da atandığı Adana’da faşistlerce öldürüldü. Bunun yanı sıra, Suriye’den gelen en azından manevi bir destek olduğunu düşünüyorum.
“Aktaş’ın Arap Alevi olması 12 Eylül’de idam edilmesinde önemli bir faktör”
Hafız Esad’ın Alevi olması mı etkiliyor?
Antakya’daki Arap Aleviler açısında Hafız Esad’ın Suriye’de güçlü bir devlet başkanı olması ciddi bir etken. 70’lerde bu devrimciler açısından önemli bir sığınak olmanın ötesinde anlamı da var Suriye’nin. Suriye’yle belirli ilişkileri olan devrimci yapılar da var Antakya’da. Dönemin etkili aktörlerinin bana aktardığı, Suriye’den “Antakya’nın Maraş’a dönmesine izin vermeyiz” mesajı geldiği. Bu gerçekten söylendi mi, söylenmedi mi, bilemeyiz elbette. Ama “bize sahip çıkılır” algısının olmasının manevi güç ve direnç faktörü olduğunu düşünüyorum.
Peki, 12 Eylül rejimin Arap Alevilere yönelik özel bir politikası var mı?
Yakın zamanda Hatice Güden, Onurlu Bir Duruş, Adanmış Bir Yaşam: Ali Aktaş isimli bir kitap yayınladı. Ali Aktaş, sol siyasette fazla bilinmeyen ama bu bölge için önemli bir gençlik lideri. İskenderunlu Arap Alevi bir devrimci. Bu kitapta, Arap Alevilerin İskenderun-Antakya bölgesinde sol siyaset için nasıl hızla politize olduğunu canlı bir şekilde anlatıyor Güden. Ali Aktaş, çok hukuksuz bir biçimde 12 Eylül rejimince Adana’da idam edildi. İdam edildikten sonra ailesine teslim edilmek istenmedi, sonra büyük tehditlerle köyünde gömüldü ama hiç kimsenin mezarına yaklaşmasına izin verilmedi. Bu durum uzun süre devam etti. Hatta 23 Ocak 1983’te, idam edildiği gece ailesine yazdığı mektup ancak 31 yıl sonra annesine teslim edildi. Güden, Ali Aktaş’ın Arap Alevi olmasının da bu hukuksuz cezalandırılmada önemli bir faktör olduğunu düşünüyor. Devletin bu tarz bir şiddetle Arap Alevilere yani devrimci siyasetle buluşmamaları için ciddi bir gözdağı vermeye çalıştığını söyleyebiliriz.
“Sivas tüm Aleviler için çok önemli bir kilometre taşı”
Son olarak, bu söyleşinin ortaya çıkmasına vesile olan 2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı’na gelelim. Körfez Savaşı için söylenir hep “canlı yayınlanan ilk savaş” diye, sanırım Sivas için de “canlı izlediğimiz ilk katliam” diyebiliriz. Görüntüler çok net olduğu için o dönem doğmamış olanların bile hafızasında çok canlı bir katliamdan bahsediyoruz. Arap Alevilerde Sivas nasıl bir iz bıraktı?
Sivas Katliamı, elbette ki korkunç olaylardan bir diğeri. Bir grup insanın saatlerce bir oteli kuşattığını ve bir ayin havasında insan yaktığını düşündükçe ve hatırladıkça ne söyleyeceğimi şaşırıyorum. O kitlenin organize oluşunu, belediye başkanının konuşmasını, devlet görevlilerinin tepkisizliğini ve askerin çekilmesini bir araya getirince, daha önceki katliamlara benzer bağlantılar olduğunu görüyoruz. Resmi söylemde bu durumun yine aynı şekilde provokasyonla ve mezhep çatışmasıyla çerçevelendiğini görüyoruz. Şunu öncelikle söylemek isterim: Provokasyon değil, kışkırtılmaya hazır bir kitle var! Mezhep çatışması falan değil, Alevilere yönelik ciddi nefretle kuşanmış bir kitle ve sistematik, organize edilmiş bir plan var. Sivas’ta da bu uygulanıyor. Nasıl etkiledi dersek, bu katliam, Alevilerin demokratik kitle örgütleri olarak örgütlenmesinde çok önemli bir kilometre taşı oldu. Aleviler artık kamusal olarak daha fazla görünürlük kazandı ve daha güçlü ve örgütlü bir mücadele yarattılar. Bu mücadelenin sonucunda da belirli kazanımlar elde edildi. İlerleyen yıllarda Alevilik ismi derneklerde kullanılır hale gelebildi.
Arap Aleviler özelinde de mi böyle oldu?
Evet, mutlaka. Lakin Alevi hareketine bu mücadeleyi getiren diğer Alevi topluluklarda olduğu ölçüde bir mücadele ruhundan, politikleşmeden de söz etmek kolay değil. Katliamdan önce, Adana’da Arap Alevilerce ASDA (Akdeniz Sosyal Dayanışma, Eğitim, ve Kültür Vakfı) kurulmuştu ve bunu diğer Arap Alevi dernekleri ve sivil toplum kuruluşları takip etti. Sivas Katliamı’nın dolaylı da olsa etkisi vardır bu süreçte. Genel Alevi hareketinin sol ve demokratik güçlerle birlikte yürüyen mücadelesi ve kazanımları Arap Alevilere de yansıdı. Aleviler, Alevi ismini ancak bir mücadelenin sonunda kuruluş isimlerine ekleyebildiler. Adana’daki ASDA, Arapça kurslar ve dini öğreti çalışmaları yaptı. Yani hem Alevilik hem de Arap kimliğiyle ilgili küçük adımlar atıldı. Yine sol-sosyalist çizgideki Güney Uyanış gazetesi çevresini de unutmamak gerekir, Arap Alevi mücadele tarihinde. Onun da çıkışı da 1994. Yine aynı tarihlerde, Antakya’da Grup Nidal’ın çıkışını ve Çağdaş Sanat Atölyesi faaliyetlerini ve o dönem devletin soldaki bu insanlar üzerindeki baskı politikalarını da hatırlatmalıyız. 2000’lere gelindiğinde, geniş çaplı Alevi hareketinin de etkisiyle, Adana, Mersin ve Antakya’da birçok Arap Alevi kuruluşu meydana geldi. Alevilere yönelik genel politikalar, nefret söylemleri, baskılar gibi, Alevilerin direnişinin, direncinin de Arap Alevilere uzanması şaşırtıcı olmasa gerek.
Türkiye dışındaki Arap Alevi örgütleri de aynı şekilde mi etkilendi bu süreçten?
Sivas Katliamı’nın, Avrupa’daki Alevi örgütlenmesini de ciddi şekilde etkilediği biliniyor. Bugün Aleviliğin hatırı sayılır bir kamusal görünürlüğü, gücü ve etkisi var. Arap Aleviler de küçük adımlarla da olsa Avrupa’da örgütleniyor. Almanya’da, Avusturya’da ve Hollanda’da çeşitli kuruluşlar var. Velhasıl, Sivas Katliamı, insanların daha fazla kimliklerine yönelmesine sebep oldu ve örgütlenme açısından ileri noktaya gelinmesini sağladı. Sivas, genel olarak Alevi dünyası için çok önemli bir tarihi sembolize ediyor. Bir metaforla tarif edeyim. Bir nevi ağır tarihsel koşulların katman katman biriktiği bir zeminde kızakta bekleyen Arap gemilerinin yelkenleri, iç dinamiklerin yanı sıra, Türk-Kürt Alevilerin soldan esen rüzgarlarıyla kıpırdanmaya başlamıştır.
Peki, özel olarak siz Sivas’ı nasıl yaşadınız?
Sivas yaşandığında çocukluktan gençliğe geçtiğim yaşlardaydım ve çok iyi hatırlıyorum. Düzenli gazete okuyan bir çocuktum, evimize de düzenli gazeteler gelirdi. Onlardan arşiv yapardım, sürekli dosyalardım önemli bulduğum şeyleri. Haberleri de öyle dikkatli izlerdim. Sivas’ı o aklımla büyük şaşkınlıkla takip ettim her yerden. Çok derinden etkilenmişim, şu an bile onu hissediyorum. 1994’te, katliamdan bir yıl sonra, Adana İnsan Hakları Derneği’nde bir eylem çağrısı yapıldı. Dernekte buluştuk ve binanın önünden İnönü Parkı’na doğru yürümeye başladık. Çocuk sayılacak yaşta olmama rağmen ben de oradaydım. Bir avuç insan gelmişti. Eylemin başlangıcında polis tarafından gözaltına alındık. Bir büyük otobüse bindirildik ve Emniyet’e götürüldük. Kimlik kontrolünde sonra emniyet amiri geldi. “Bu çocuk ne geziyor burada?” dedi. Çok utandım. Orada arkadaşlar, tanıdığım insanlar var, benim kimliğimi elime verip kapıdan attılar dışarı. Gitmedim bir süre bir yere, yan tarafta parkta bekledim. Çünkü yediremedim kendime. Herkesi bırakacaklar diye bekledim ama bırakmadılar, bir gün tuttular. İlk defa böyle bir eyleme gittim ve bunu yaşadım. Gerçekten benim için çok önemli. Belki Türkiye’de farklı kimliklere yönelik bu zihniyeti bir nebze anlamamın kapısını açtı. İnsanların insan yakabileceğini çocuk yaşta gördüm. Bilmiyorum, belki de sonra Alevilik, din- devlet ilişkileri, sekülarizm, laiklik, modernleşme gibi konular çalışmamın gerisinde bu yaşadıklarımız var. Hepimizin söylediği bir şey vardır. Yaralı yanımız, bizim kimliğimiz oluyor ve daha fazla oraya bakmak durumunda kalıyoruz. Keşke olmasaydı da ben de keşke bunları çalışmasaydım. Bir de son olarak, 2011’den beri yaşanan Suriye Savaşı’nın, oradaki onlarca Alevinin katledilmesinin ve hayatını yitiren yüz binlerin Arap Alevi varlığını köklü olarak etkilediğinin altını çizerek bitirmek isterim. Arap Alevi kurumlarının Sivası, daha çok Suriye Savaşı’na denk gelir. Hatta çok daha ötesi, Suriye’de modern zamanların Kerbelası yaşanıyor. Arap Alevi kurumların politik bir özne olarak dönüşümü bu sürece denk düşüyor ama bu ayrı bir konu.
* Bu söyleşinin gerçekleşmesindeki katkılarından dolayı Zeynep Türkyılmaz ve Elif Işıl Türkmen’e çok teşekkürler.
No responses yet